Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

MANTIK-KIYAS

Sana ‘Nuh’u biliyor musun?’ deseler, ‘nasıl bilmem o meşhurdur’ dersin. Nuh’un mahiyetini bilmiyorsan da bu nitelik üzere sözlerin doğrudur. Veya ‘ben Nuh’u nereden bileyim? Onun çağdaşı değilim’ diyebilirsin. Bu sözün de doğru ve makul olup onun mahiyeti sence meçhuldur. Birşeyin hem nefyi hem de isbatı mümkündür. Zira dış görünüş muhtelif, bağıntı, oran da iki çeşit olabilir.

İnsanın kuvvetinin bir sınırı vardır. Bir avuç toprak, bir orduyu kırıp geçiremez. Bu iki nispetin reddi de, ispatı da yerindedir.

Birisi dedi ki; ‘alemde derviş yoktur. Olsa bile o derviş, dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir’. Doğru, çünkü varlığı sureti bakımındandır. Görünüşe göre vardır fakat sıfatları Allah sıfatında yok olmuştur. Güneşin karşısında yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur. Ama aynı zamanda vardır da. Güneş ona bir aydınlık vermediği için yoktur ama yakıcı olduğu için vardır.

Zabıta: Sarhoş musun? Ne içtin?

Adam: Testidekinden içtim.

Zabıta: Testide ne var?

Adam: İçtiğim şey.

Zabıta: Ne içtin? İçtiğin ne?

Adam: Testide duran.

Gece yarısı birisi ortaya çıkıp;

‘Korkma akrabanım’ dese, huzurunda ve akraban olmak iki ayrı iddiadır. İkisi de idrakte iki anlam olarak ortaya çıkar. Bu iki iddia, sesin sahibini tanıyorsa insana bir anlam ifade eder. Allah idrakından mahrum olan yabancı ile akraba sesini ayırtedemez. Akıllı içinse bu ses, tamamen anlamın aynısıdır.

Arapça bilen birisi Arapça;

‘Ben Arapça bilirim’ dese, ‘Arapça bilirim’ deyişi davadır, iddiadır. Fakat bu söz yani Arapça söylemesi de aynı zamanda onun bu iddiasının anlamı, davasının ispatıdır.

Birisi bir kağıda;

‘Yazıyı okurum’ diye yazsa, bu yazı bir davadır ama iddia edilen şeyin de şahididir.

Susamış birisine;

‘‘Su istiyorsan şişede var, al’’ desen, o hiç;

‘‘Bu bir davadır, anlamsız bir iddiadan ibarettir. Şahidin var mı? Delil göster. Gerçek su mu, yoksa sahte mi?’’ der mi?

Süt emen çocuğa annesi;

‘Gel süt em’ dese, çocuk;

‘Anne, bana bir delil göster ancak o zaman sütü emerim’ der mi?

İki arı da aynı yerden gıda alırlar ama birisi bal diğeri zehir üretir. İki kamış da aynı sudan içerler ama biri şekerlidir diğeri boş.

Bir işitme engelliye, komşun hasta oldu dediler. İşitme engelli kendi kendine;

‘Ben işitme engelli biri olarak onun sözlerini duyamam. Hastanın sesi de zayıf çıkar ama ziyarete gitmek lazım. O dudaklarını hareket ettirdiğinde ben de kıyas yoluyla anlarım dedi’. Ben ona;

‘Nasılsın?’ derim, o da;

‘Allah’a hamd olsun iyiyim’ der.

Ne yeyip içtiğini sorarım o da, örneğin,

‘Mercimek çorbası’ diye cevap verir. Afiyet olsun derim ve doktorunun kim olduğunu sorarım. O da bana, ‘filan kişi’ deyince, ben de,

‘onun ayağı kutludur, gittiği yerde hastalıkları iyileştirir’ derim.

O kişi kıyas yoluyla bu cevapları tasarlayarak hastayı ziyarete gitti.

Hastaya, ‘nasılsın?’ diye sorunca hasta;

‘Ölüyorum’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ‘çok şükür’ dedi.

‘ne yedin?’ diye sorunca, hasta ‘zehir’ dedi. İşitme engelli; ‘afiyet olsun’ deyince hastanın canı sıkıntısı arttı.

‘Tedavi için hangi hekim geliyor?’ Hasta ‘Azrail geliyor’ diye cevap verdi.

İşitme engelli, ‘ayağı pek kutludur, sevin, neşelen’ dedi.

İşitme engelli, ‘şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim’ diyerek dışarı çıktı.

Hasta ise, ‘bu, bizim canımıza düşmanmış’ diyordu.

Duygu kulağın harfleri anlayabilirse de, gaybı duyan kulağın sağırdır.

Görme engelli kişi, değnek sayesinde yolu tanır. O değnek, kıyas ve delillerdir.

Eğer insan, görüntüsüyle insan olsaydı Ahmet ile Ebu Cehil eşit olurdu. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer.

İnsan, kendi aklınca kıyas yapar ama çok uzaklara düşer. Şekilsel benzerliklere aldanmamalıdır. Benzerliklerdeki farkı, zevk sahibi anlar. Kıyas, bulutlu günde veyahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir. Duyan gaflet uykusunda olmazsa, sözde kıyas perdesi yırtılır. Onu tanımadıkça, gönlünden kıyaslamaya kalkışma!

Hindistan’dan gelen bir fil karanlık bir yere konmuştu. İnsanlar onu görmek için karanlık ahıra geldiler. Karanlıkta onun azalarına dokunmaya başladılar. Birisi hortumunu tutup;

‘Bu hayvan oluğa benziyor’ dedi. Bir diğeri filin kulağını tutmuş, onu yelpazeye benzetiyordu. Biri de ayağına rastlamış;

‘Fil bir direğe benziyor’ dedi. Birisi filin arkasına el sürmüş;

‘Bu bir tahta benziyor’ demişti. Herkes fili kendi zannınca anlıyordu. Görüşleri yüzünden sözleri muhtelif olmuştu. Duygu gözü elin avucuna benzer. Avucun bütün fili elleyebilmesi imkansızdır.

Bir kağıda çizili çiçekli resim hakkında karıncalar aralarında tartıştılar.

Birisi, ‘Kalem, kağıdı çiçeklerden bahçeye çevirdi’ dedi.

Ötekisi, ‘bu hüner parmaktandır. Kalem ve yazıysa onun ikincil unsuru ve eseridir’ dedi.

Başka bir karınca, ‘parmaklar onları yazdırsa bile bu işi yapan koldur’.

Karıncaların beyi ise, ‘bu hünerin şekilden olması mümkün değil. Uyku ve ölümle bu ondan habersizdir. Şekil, elbise ve asa gibidir. Bu güzel şekiller akıl ve ruhtandır’.

Allah körlere merhamet ve inayet kılmasaydı, onların çıkarım değnekleri hemencecik kırılırdı. O değnekler, kıyaslar, delillerdir. O değneyi onlara veren Allahtır.

0コメント

  • 1000 / 1000

Gunhan's Blackboard

ギュンハンの黒板