BLOG

世界を見る・自分を見る

世界を“情報”で見る

うらむべし、山水にかくれたる声色あること。

〔道元〕


世界を“夢”で見る

夢中説夢

〔道元〕


世界を“旅”で見る

旅に病んで夢は枯野をかけめぐる

〔松尾芭蕉〕


世界を“今・ここ”で見る

一期の堺ここなり

〔世阿弥〕


世界を“空”で見る

色即是空空即是色

〔般若心経〕


自分を“桜”で見る

散る桜残る桜も散る桜

〔良寛〕


世界を“露”で見る

露の世は露の世ながらさりながら

〔小林一茶〕


自分を“無”で見る

自己をならふといふは自己をわするるなり

〔正法眼蔵〕


世界を“一日”で見る

一日一生。一日は貴い一生である。

〔内村鑑三〕


世界を“二元論”で見る

〔ルネ・デカルト〕


世界を“流転”で見る

〔ヘラクレイトス〕


世界を“数字”で見る

〔ピタゴラス〕


自分を“無知”で見る

〔ソクラテス〕


世界を“虚無”で見る

事実というものは存在しない。存在するのは解釈だけである。

〔ニーチェ〕


自分を“無意識”で見る

〔フロイド〕


世界を“記号”で見る

〔ソシュール〕

NISHIDA KITARO’DA FELSEFE西田幾多郎で哲学を見る

Batıdaki anlamda felsefe itibarıyla Japonya’da öncü filozof olarak kabul gören Nishida Kitaro (1870-1945), felsefeyi, Doğu kültürü ile Batı kültürünü birbirine yansıtacak daha derin bir temel üzerine yerleştirebilme niyeti içerisinde, ‘Tarihi kültürümüzü arkaplana alarak yeni bir dünya kültürü yaratmak ne kadar mümkün?’ sorusuyla yola çıkar.

Nishida Kitaro’nun, ders esnasında birden konuşmaya ara verip bir süreliğine suskunluğunu bozmadan düşündüğü ve aniden ‘bilmiyorum’ diyerek odasına çekildiği durumların olduğu belirtiliyor. Dersler onun için adeta bir ‘düşünme’ atelyesi gibiymiş.

‘Hayatım çok basit bir hayattı. İlk yarısı tahtaya önümü verip oturdum, ikinci yarısında ise tahtayı arkama alıp ayakta durdum. Hayat hikayem, tahta önünde bir dönüş gerçekleştirmekten ibaretti’

demektedir.

‘İnsan, yaşamak için felsefeye ihtiyaç duyar’

Bu önerme Nishida Kitaro’ya aittir.

Nishida Kitaro, felsefeyi,

‘İnsanın içdünyasının, entellektüel farkındalığı’’

olarak nitelendirmekte.

Felsefe, farkındalık içerisinde (gerçekten) yaşama çabası ile başlar ona göre. Felsefeyi, bilgi amaçlı bir faaliyet olarak değil, ‘yaşamak’ eylemi ile yakından ilişkili olarak gördü. Çünkü ‘bir dünya hali’ deneyimi aracılığıyla dünya hayatının gerçekliği ile yüzleşir insan.

Nishida Kitaro için gerçeklik, saf deneyim demekti. Bunu ondan yıllar önce Ippen (1239-1289),

‘Çiçeği çiçeğe, bulutu da buluta sor, bana sorma ben bilmem.’

Matsuo Basho (1644-1694)

‘Çam ağacını çam ağacından, bambuyu da bambudan öğren’

ve Ryokan (1758-1831)

biçiminde ifade etmişlerdi.

Nishida Kitaro’ya göre felsefe, teorik unsurlar aracılığıyla değil, ‘davranışsal’ yapıdaki benlik’in, ‘kendisini gözlemlemesi’nden kaynaklanır. ‘Farkındalık’, içten gelen bir ‘uyanış’ olmadıkça felsefe olamaz.

Saf deneyim ona göre, gerçeği, ‘olduğu gibi bilmek’ demektir.

‘Kendi girişimi’ (müdahale, araya girme) olmaksızın, gerçeği bilmek.

Bununla, bir rengin, bir sesin, ne olduğuna dair herhangi bir sanı, zan, varsayımın dahi bulunmadığı durumu ifade etmektedir. Henüz daha ‘özne’ de, öznenin ‘nesne’sinin de olmadığı bir durum.

Ne ‘bilen’, ne de ‘bilme’nin varolduğu, sadece ‘bilinen’ ne ise ve ne durumda ise, onun bulunduğu bir durum olarak tarif eder. Duyuların önünde ‘ben’in bulunmadığı ve dolayısıyla duyulara karşı duran bir ‘o/sen’ olmadığı bir durum.

‘Duyuların karşısında duran bir nesne’ biçimindeki düşünce tarzının yapay birşey olduğunu düşündü.

Bir başka deyişle, ‘bilinç’ önünde duran gerçek bir ‘dış dünya’ bulunmakta şeklindeki tarifin yapaylığı.

Nishida Kitaro’ya göre bilincin deneyimlediği olgular, duygular ve istenç ile ilişkilidirler.

Nishida, ‘bilmek’ eyleminin, duygu ve istençten bağımsız olmadığını vurgular.

‘Birşeyi bilmek, nesne veya ‘ben-özne’nin önünde duran veya ‘ben-özne’ye nesne olan ‘o şey’ ile bütünleşmek, örneğin bir çiçek görünce, o ‘çiçek’ olmaktır.

‘Nesne gözüyle bakmak, nesne gözüyle düşünmek’

Japonlarda danslı zikir ayini

Heian döneminde Kuuya (903-972) adlı bir derviş tarafından başlatılan danslı zikir ayini, yine Heian sonlarından itibaren toplu zikire dönüşerek Kamakura dönemine doğru yayılmıştır. Aynı uygulama Muromachi döneminden sonra bir sanatsal faaliyet haline dönüşmüştür.

Japon dervişlerinden Ippen (1239-1289),

Zikirin inanmasa da günahkar da olsa, işe yarayacağını Japon toplumuna anlatmaya çalışmıştır.

Niyazi Mısri

Nadanı terk etmeden yaranı arzularsın

Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın

Men arefe nefsehu kad arefe rabbehu

Nefsini sen bilmeden Sübhan'ı arzularsın

Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan

İçindeki kenz-i bipayan'ı arzularsın

Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak

Yönün Hakk'a dönmeden ihsanı arzularsın

Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni

Günahını bilmeden gufranı arzularsın

Sen şarabı içmeden serhoş-u mest olmadan

Nicesi Hak emrine fermanı arzularsın

Cevzin yeşil kabuğunu yemekle tad bulunmaz

Zahir ile ey fakih Kur'an-ı arzularsın

Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan

Kebap olup pişmeden büryanı arzularsın

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok

Issız dağın başında mihmanı arzularsın

Ben bağ ile bostanı gezdim hıyar bulmadım

Sen söğüt ağacından rumman'ı arzularsın

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile

Yunus'leyin Niyazi irfanı arzularsın

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

ANLAM-LILIK / ANLAM-SIZLIK

Jung’a göre insan zihni (veya ruhu), anlam-lılık, mantıklılık ile anlam-sızlık, saçmalık arasında gider gelir.

Müzik sessizliğin içinden doğar ve yine sessizliğin içine doğru ortadan kaybolur. Müziğin doğuş ve dönüş yeri sessizliktir. Bu yüzden sessizliğin anlamını bilmek önemlidir. (Rus piyanist Valery Afanassiev)

‘–sızlık’ durumu, hali, adeta bir sıçrama taşı gibidir. Anlam-sızlık veya anlam-dışılık (unsinnig), ‘anlamın bulunmaması’ anlamına gelmez. Bu durum, ‘mantığı aşan’ bir durumu ifade etmektedir. Yani, şimdi-burada mantık dünyasının dışında bir yerde, gerçekliğin bu durumuyla yargılanamayacağı, kavranamayacağı bir ‘anlam dünyası’ bulunmaktadır.

Anlam-sızlık perdesinin ötesinde anlamın yeri yoktur, ‘şimdi-burada’ki anlamda.

Saçmalık, anlam veya değerin bulunamaması veyahut mantıkdışı olma durumudur. Dünyanın işleyiş mekanizmasını, olayların gidişatını çözemeyen insan zihni sıkıntıya girer. ‘-sızlık’ durumu, bir eksikliğin de işaretidir. Orada, halen mevcut bulunmayışın ifadesidir. Nihilizm (hiçlik) duygu veya düşüncesinde, bu dünyada herşey anlam-sızlaşmıştır. Saçmalık ise, anlam-sızlık içinde, anlam arayışına denir.

Anlam, perspektifseldir. Perspektivizm’de insan, gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak (yakınlık-uzaklık ilişkisine dayalı olarak) kendine yakın olanı önemli, değerli görür. Manayı, öz olarak düşünecek olursak o, ruh gibi yakalanamaz. Ötelenir, itelenir durur. O zaman, ‘-sızlık’ veya birşeyden mahrumiyet durumu, insanı eşya ve olayların özüne bakmaya sevkeder.

Anlam-lılık, birşeyin belli bir değer sistemi (işaretler sistemi) içindeki yerine işaret eder. Kozmoz düzeni, kaos karmaşayı daha doğrusu zihinle düzenlenemeyen anlaşılmaz durumu ifade eder. Kaos düzeni yıkan bir güçtür aynı zamanda. Bu yıkım ve yapım hareketi veya döngüsü, insan davranışları açısından da geçerlidir. Başı ve sonu olmayan bu döngüyü görmek, özü görmeye, anlamı bulmaya bağlanacaktır.

Yok olmamış varlık var mı bir tek?

Herşey birgün dağılıp gidecek

Öyleyse vara yoğa ne bakarsın?

En iyisi yoku var, varı yok bilmek

(Ömer Hayyam)

Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni

(Yunus Emre)

Arayış, bulunmayanı, ortada olmayanı elde etmek, bulmak içindir. Bulduğunu, amacına ulaştığı halde hala arayıp istemek, şaşılacak birşeydir. Anlam-sız olan şey budur.

Yine, birşeyi bulunmadığı yerde aramak da, aramamak demektir. Gönlümüzdeki bütün gamlar, heva ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir. ‘‘Anlam-lılık’’ hali, beklentinin yönü ve niteliği ile ilgilidir. Bütün hareketlerin denizden olduğunu gören, her an başka bir yöne yüz çevirmez.

Yokluk, Allah sanatının hazinesidir. Bu alem, oluş ve bozuluş alemidir. Yapılma yıkılmada, topluluk dağınıklıkta, düzeltme kırılmada, murat muratsızlıkta, varlık yokluktadır. Gönlü mekansızlık mekanına bağlamak gerektir. Burada ortaya çıkanlar, o mekansızlık aleminin akisleridir.

Mekansızlık (lamekan) aleminde ikilik yoktur. Herşey birdir. Birisi birisinin babasıdır ama bir başkasının da oğludur. Renklerin aslı renksizliktir. Savaşların aslı barıştır. Hamla dolu bu yerin aslı, o alemdir. Ayrılığın aslı, buluşmadır. Bir ağacın yaprakları döküldüğünde, Allah o ağaca, ‘‘yaprak-sızlık’’ azığı bağışlar.

Dert, sıkıntı çeken ötekine bakar, ‘‘bu zevk neden ki?’’ diye şaşar. O da meşakkat çekeni görür; ‘‘acaba bunu kim hapsetmiş ki?’’ diye hayrete düşer. Mekansızlık yurdunda sebepleri yaratanı gören, çalışmayı, kazancı, dükkanı saçma ve boşuna görür. Biri için faydalı olan şey, başkası için faydasız olabilir. Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir.

Ayak izleri denize kadar gider. Denizde bu ayak izleri kaybolur gider.

Varlıktan öte bir meydan görmedikçe, darlıktan, addan, şöhretten kurtulamazsın. İşin içyüzünü göremezsin. Sözü bırak da, öz aynasına bak. Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya, icat denizini de seyret.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

AMAÇ ve DEĞER

Aşıklar dışında herkes ve herşey bir maksatla hareket eder, dönüp dolaşır. Bütün alışverişlerde, bir maksat vardır. Herkes birşey elde etmek için dükkanına kurulmuştur. Hiçbir iş sadece o işi yapmış olmak için yapılmaz. Mutlaka bir amaç için yapılır.

Anlam, dili kullanan kişinin amacında, niyetinde gizlidir. İstek O’nun mülküdür ve amaçlar da uyruklarıdır.

Arap bir şair Türk padişahın yanına geldi. Padişah Arapça bilmiyordu. Şair Arapça bir şiir yazmıştı. Divana mensup kişilerin önünde okumaya başladı. Padişah şiiri anlıyormuşçasına uygun yerlerinde uygun tavırlar sergiliyordu ve sanki anlıyor gibiydi. Padişah, kendisini övmek amacıyla şiiri yazdığını biliyordu. Eğer amaca bakılacak olursa ikilik kalmaz ikilik ayrıntılardadır. Esas ise birdir.

Yollar her ne kadar çeşitli olsa da gaye birdir.

Eğer sözü satmak için alırsan, o söz sana yaramaz. (>güzel bir cariyeyi satmak için alırsan o cariye kendisini alanı sevmez) Fayda vermek, kalbe etki etmek, ahlakı değiştirmek amacıyla söz söylenir. Maksat, kıssadan hisse almaktır, hikaye anlatmak değildir. Şekle değil amaca bakmalıdır.

Rumi açısından söz uzarsa amaçtan da uzaklaşılır.

Şeyh müridini denemek için evde bu pencereyi niçin açtın? diye sordu. O da ‘ışık girsin içerisi aydınlansın diye’ dedi. Şeyh, ‘bu amacın ikinci derecedendir, yan maksattır. Asıl amacın ezan sesini duymak olmalıydı’ dedi.

Akıl, asıl maksatı bilemez. Maksat; Amaç, cevherdir.

Herkes yaratılışına göre bir hizmette bulunur. Ay, ışığını saçar, köpek havlar.

Kitap okumak içindir ama insan kitabı isterse yastık da yapabilir.

Buğday bir yıl altın, bir yıl toprak değerindedir ama şekli aynıdır. Değeri, ona olan aşkla meydana gelmektedir. Anlam evrensel bir değerken, zaman-mekana göre değişkenlik göstermektedir.

Kuraklıkta birisi gülüyordu. Deli misin? dediler. ‘Size kuraklık görünen şey bana rahmet gibi görünmekte’ dedi.

Duvara asılı boş ekmek torbası. Aç olan kişi için bunun bir anlamı, yani anlama sahip olacak karşılığı yoktur. Aç olan kişi, içinde ekmek olan ekmek torbasını anlamlı, değerli bulur.

Her görünen şeyin faydası, o şeyin içinde gizlidir. Arpa terazide altınla arkadaş olur. Bununla arpa altın gibi değerlenmez. Bu dünyada ruh bedene bir süreliğine yoldaştır. Köpek de bir süre kapının bekçisidir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

ANLAMLANMAK ve AŞK

Suretleri kaseler bil, kaselere Hak ne dökerse, o olur.

Gerçek anlayış dostluk üzerine kuruludur. Dost olmadan anlayamazsın. Şaşı birine ‘‘ay birdir’’ dersen senin yanıldığını söyler. Eğer birisi onunla alay ederek ‘‘ay iki tanedir’’ dese o bu sözü tasdik eder. Eğri anlayışla doğru eğri görünür.

Allah dilemezse, isterse yüzbin söz söylenmiş olsun yine de bunlar kalpte yer etmez. Dünya için yapılan bütün süsler, gören gözlere anlamlanır. Miskin kokusunu, onu duyanlar için yaratmıştır Allah. Bir kadın, gözü görmeyen biri için giyinip süslenmez. Küçük bir kuş, büyük lokma yutamaz.

Bazıları Kuran’da sadece laf ve söz görürler. Güneşin ışıkları, nurlarla doluyken körün közü onda sıcaklıktan başka birşey hissetmez. Kuran’ın dışı da insan gibidir, şekildir ama ruhu gizli.

İnsanın dünyayı görmesi idraki kadardır. Duyguların temiz değilse, o duygular, temizleri görmene perde olurlar. Duygularını görüş suyuyla yıkamalıdır. Anlayış noksanlığı anlamaya engeldir. İnsanların akılları kendi vehimlerinde (zanlarında) kaybolmuşlardır.

Söz, idrak etmekte söze ihtiyaç duyanlar içindir. Göklerin, yerlerin hepsi sözdür. Söz, isteyenin istediği ölçüde iner. Geldiği yerde tükenmez olan yağmurun mevsimlerin ihtiyacına göre yağdığı gibi.

Dinleyen hamur yoğuranın önündeki un gibidir. Söz de suya benzer. Una, kendisine yatacak kadar su katarlar. Ne kadar anlam talep ederse insan ona o kadar verilir daha fazlasını kaldıramaz. Sopa ile kilime vuran, kilimi dövmemektedir. Tozlarını silkmektedir.

Kıtlık yılında bir zahid, bütün kavim ağlayıp sızlarken gülerdi. Zahit dedi ki; ‘‘bu sizin gözünüze kıtlık görünüyor fakat bence yeryüzü cennet gibi’’. Bu alem birine göre aşk ve ihsanla dolu, ötekisinin gözüne ise ölü ve cansız görünür. Birisi için gece ama başkası için neşe sabahı. Birisine yenilgi, ötekine göre zafer. Gizli lütuf kahırlar içindedir.

Sabırda muradına eren ile gamda neşeyi seyreden. Dostu yabancı sanan ile neşeye gam adını takan.

Aşk, bilmenin en üst düzeyidir. Bu aşamada susulur. Orada varlığın kendisi konuşur.

Beraberlik halidir. Aşk, epistemolojik bir süreç olarak bilgi iletir. Aşk, tam bir karşılıklılık halidir. Beraberlik, bütünlük getirir. Bilenle bilinen birleşir o seviyede.

Aşksız, şeklin değeri yoktur. Şekle anlamını veren şey aşktır. Aşık olan, aynı zamanda maşuktur da. Sevgi, düşünce ve manadan ibaret olsaydı, ritüellerin dış şekilleri de kalmaz, yok olurdu. Dostların birbirlerine hediye sunmaları, dostlukla karşılaştırılacak olursa, görünüşe ait, şekilsel şeylerdir. Fakat bu şekille o hediyeler, gönüllerde gizli bulunan sevgiye işaret etmektedirler.

Dünyaya aşık olan kişi, üstüne güneş vuran bir duvara aşık demektir. Güneşin ışığı güneşe geri dönünce mahrum kalır. Gül kokusu, güle gitti. Maşuk (kul), efendisinin (Allah) yanına gitti. Öz, anlam çekildi, aşık ağlayıp, inler hale geldi. Çalışması, çektiği eziyetler boşa gitti.

Gerçek maşukta suret yoktur. Aşk ortada, maşuk gizli. Zahiri maşuk da, gizli maşukun imtihanından ibaret. Aşk gizlidir ama şaşkınlığı meydanda.

Ten kabuk, sevgili içtir. Aşk, ölü olan ekmeği can haline getirir. Aşk olmasaydı, dünya donar kalırdı. Herşey maşuktur. Aşık ise bir perdedir. Maşuk yaşayandır, aşık ise ölü.

Şekil, uçamayan bir kuş gibidir. Aşk, anlama ulaşması için şekle kanat (araç) sağlar. Aşk, sevgilisine kavuşması için aşığa da rehberlik eder.

Aşk zahiri olursa (>renge, kokuya bağlı) aşk değil, utançtır. Kişi adeta rengin, kokunun esiri olmuştur. Aşk davadır. Aşk iddiasında bulunmak kolaydır ama ona delil ve şahit göstermek gereklidir. Cefa onun şahididir. Şahidin yoksa dava düşer.

Hizmet etmek, sevginin türevidir. Kim aşık ise aynı zamanda da maşuktur. Aşık ve maşuk birbirinden ayrılmazlar. Aşık ne söylerse o aşk kokusundandır. Aşk semtinin rayihası ondandır.

Aşk dini bütün dinlerden ayrıdır. Aşıklara din ve mezhep Allah’tır. Başkalarıyla olunca kör, Allah’la olunca görmek, aşkın gereği budur. Gerçek aşık, Allah’ı bütün amaç ve dileklerden sıyrılmış olarak sever. Aşığın bütün muradı sevgilidir. Sevgiliye vasıl olunca aşık yok olur. Kıl kadar varlık kalmaz.

Dünyadaki bütün şekillerle şekillenen fakat her çeşit şekilden de ayrıdır aşk. Sonsuz bir tad, adını aşk takmışlar. Aşık, sevgiliden ayrı olamaz. Meyve, ağaçtan ayrı olamaz. Aşk deniz, aşıksa balıktır. Balık denizden usanır mı?

Aşkı akılla anlatmak imkansızdır. Aşkı ancak kendisi anlatabilir, açıklayabilir. Ancak ‘gölge’ de güneşin varlığından bir işaret verir. Sevgili/aşık gözden kayboldu mu, yerine birisinin vekil olması gerekir. Aşk, renge, kokuya bağlı olan aşk değildir. Böyle bir aşk kişiye utançtır. Aşk, iksirin ta kendisidir. Aşk bir yokluk denizi gibidir. Aklın onu idrak etmede ayağı kırıktır. Aşk, dibi görünmeyen bir deryadır.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

ANLAMI GÖRMEK

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,

Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu.

.....................

Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım,

Nedir diye sorana bandım verdim özünü.

.....................

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere

Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu.

.......................

Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe,

Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü

Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş,

Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü.

(Yunus Emre)

Yunus Emre’nin, bu şiiri hangi ruh hali veya duygu dünyası içinde söylediği sadece kendisinin malumudur. Bunu kendisine sorabilirdik bugün hayatta olsaydı ama bu ruh halini belki kendisi de izah edemeyecekti.

Erik dalına çıkıp üzüm yedi ama bahçe sahibi cevizimi yeme dedi. Kerpiçle poyrazı kaynatıp yemek yaptı. Sinek kartalı salladı. Balık kavağa çıktı ve zift turşusunu yedi. Köre konuştu ama sağır duydu ve dilsiz de konuşuyor.

Örneğin G. E. Moore’a soracak olursak bize, bu dizelerde kategorik hata olabileceğini söyleyecektir. Çünkü burada yalın anlam bulunmamaktadır.

Yunus yukarıdaki şiirini şöyle tamamlar;

Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez,

Münafıklar elinden örter mana yüzünü.

Ponty’e göre ‘ben’in gördüğü kırmızı ile başkasının gördüğü kırmızı farklıdır. Bu bilinçsel ayrılık, farklılık, ‘iletişim kopukluğu’ veya bozukluğu sonucu anlaşılan birşeydir. Ve insan, bir başkası/öteki ile arasında bölünmemiş varlık hali arayışına girer.

Mantıkut tayr’ın lügat-ı mutlakından söyleriz,

Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz.

Lafz-u suret cism ile anlamak isterler bizi,

Biz ne elfazız ne suret, cümle mana olmuşuz.

(Niyazi Mısri)

İbn-i Arabi’ye göre, dildeki gerçek işareti idrak edebilen insanı kamil, hangi seviyede olursa olsun içle dış arasındaki kuruntusal çelişkiyi giderebilecektir. Ona göre varlık, Esma-ül Hüsna’ya dayanarak Rahman’ın nefesinden görünürlük düzeyine çıkar. Varlıklar, nefesle adlandırılırlar. Kelamda Rahman’ın nefesi, yani esas anlam, örtüktür.

Söz karadan akdan degül yazıp okumakdan degül

Bu yürüyen halktan degül Halık avazından gelir.

(Yunus Emre)

Ve yine

Beni bende demen, bende değilim.

Bir ben vardır bende, benden içeru.

Süleyman kuş dilin bilir dediler,

Süleyman var, Süleyman’dan içeru.

(Yunus Emre)

Barthes; ‘Yazar ölüdür’ dedi. İfade edenden çok, metnin, ifadenin önemini vurgulamıştı. Yazardan çok esere önem verdi. Barthes’a göre metinler de orijinal değildir. Tüm metinler toparlamadır. Dolayısıyla insanın yapacağı şey, elindeki metinden yeni anlam çıkarmaktan, yorumlamaktan başka birşey değildir.

Sözler anlıktır. Sesler kaybolur ancak ulaştığı zihinde yeniden doğarlar. Şekillere takılıp kalındığında, onların altnda ya da ardında yatan tada hiçbir zaman ulaşılamayacaktır.

Yunus Emre anlama ulaşamayanlara;

Ey kendi özünü bilmeyen, söz manisini bulmayan

diye seslenir. Ve şöyle açıklar bir başka beytinde;

Aşksızlara benim sözüm benzer kaya yankısına,

Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır.

Öküz Bağdata gider de görüp göreceği karpuz kabuğudur.

Mücevheri görürsün ama o mücevherin çıkarıldığı madeni de gör.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

ANLAM DENEN SIR

Frankl’a göre insan, acıya dayanacak güce sahiptir ancak ‘anlam-sızlık’ denen şeye katlanamaz. İnsanın zihinsel dengesi, ‘anlamı keşfetme’ özelliğine dayandırılmıştır. Anlam konusu insan denen varlık açısından öncel bir konudur. Bu konu, onu algılayan bir ‘ben’in, şimdi-burada olduğu sürece, gündemden düşmez.

Varlığın sırları saklı senden benden

Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin ne ben

Bizimki perde arkasında dedikodu

Bir indi mi perde, ne sen kalırsın ne ben.

(Ömer Hayyam)

Ömer Hayyam’ın dizelerinde saklı olan varlığın sırları nelerdir? Algıladığımız varlık aslında sahte midir? Ben dediğim şey, nedir? Varlığın sırrındaki gizli anlam nedir? Bütün bu varlık denen şeyin ve aynı zamanda her bir varlığın teker teker anlamı ne olabilir?

Anlam arayışı, ‘niçin<ne için’i aramadır. Ancak önüne her zaman bir nesne alır. Yaşamın anlamı, okumanın anlamı, gerçeğin anlamı vs gibi. İnsan sadece nasıl’ı cevaplamakla tatmin olmamaktadır. İnsanın kendine özgü ‘‘düşünme yeteneği’’ onu buna itmektedir.

Anlam adeta insanı kendine çekmektedir. Rumi bunu, ‘su susayanı, susuz da suyu arar’ biçiminde ifade eder.

Nietzsche, ‘Ne için yaşadığını bilen, her türlü güçlüğü yener’ önermesiyle, yaşamın anlamını çözebilen insanın önünde hiçbir güçlüğün duramayacağını aktarmak istemektedir. Bunun tersine yaşamın anlamını çözemeyen ve yaşamı anlam-sız olarak algılayan kişi için çekilmez ıstıraplar yeri haline gelecektir bu dünya.

‘Birçok kişinin, hayatı yaşamaya değersiz bulduklarından dolayı öldüklerini görüyorum. Öte yandan diğer bazılarının paradoksal olarak onlara yaşama sebebi veren bazı fikirler ya da hayaller adına öldüklerine şahit oluyorum. Yaşama sebebi, aynı zamanda ölmek için de mükemmel bir sebep’ (Le mythe de sisyphe, 1942)

(Albert Camus, IInci Dünya Savaşı yıllarında)

‘Onu kastetmedim’.

‘Ne demek istediğimi anlıyor musun?’

‘Anlam-sız bir hayat yaşıyorum’ vs

anlam dediğinde insan, birden fazla anlamı kastetmektedir.

Gadamer’e göre hermeneutik (yorumsama), çeviri yapma, açıklama sanatıdır. Hermes, tanrılardan aldığı haberleri ölümlülere bildirirken anlayacakları şekilde haberleri onların diline çevirdi. Gadamer hermeneutik etkinliğini, bir başka dünyaya ait olan bir anlamı, o anda içinde yaşanan dünyaya aktarma etkinliği olarak tarif eder. Hermeneutik’teki amacın, sözde anlamın ardında gizli duran asıl anlamı ortaya çıkarmak olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse anlam; sözde ve gizli anlam olarak kabaca ikiye ayrılabilir.

Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum.

Ne büyük nimet olduğunu ah ey güzel gün.

Boş yere üzülmekte mana yok anlıyorum.

Kadrini bilmek lazım artık her açan gülün.

Şükretmek türküsüne daldaki her bülbülün.

Yanmak da olsa artık aşk ile yaşıyorum.

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Ansızın Davud peygamberin huzurunda iki kişi belirir.

‘Biz iki davacıyız. Senden aramızda adaletle hükmetmeni ve doğru yolu göstermeni istiyoruz’ derler.

Birisi, ‘Bu kardeşimdir. 99 dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Durum böyleyken onu da bana ver demekte’ der.

Davud; ‘Kardeşin, senin tek dişi koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle zulmetmiştir’ der. (Kuran, 38:21-24)

Davud, bu örnekle kendisinin denendiğini sezinlemiştir.

Başka bir sır daha var ama onu duyacak başka bir kulak nerede? O şekeri yemeye layık papağan hani? Has papağanlara pek çok şekerler vardır, aşağılık olanlarsa bundan mahrumdur.

Sureta derviş olan o zekatın tadını nasıl alır? O manadır, feulün failat değil. İsa’nın (as) eşeğinden şeker esirgenmez ama o, arpadan ottan hoşlanır.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

ANLAMAK

Hegel’e göre ‘kavramları tanımamak’, onları ‘anlamama’ya bağlanacaktır. Kavramlara yabancı olan, ifadeleri düşüncesiyle takip edemez ve düşüncesini yürütemez. İnsan, ‘anladım/anlıyorum’ kriteri olarak, ya birşeyi ‘o şekilde’ kabullenir, ya da önceki bilgi, tecrübeleri ile uyuşumunu kontrol eder.

Doğan kuşunun lokmasını, serçe yutamaz.

Kant, anlama sürecini, duyular yoluyla alınan verilerin usavurumu eylemi öncesi adımı olarak düşünür. Kant için insan bilgisinin iki kökeninden biri olan ‘kavram’ olmadan, bilgi meydana gelemez. Çünkü duyular, eşyanın bilgisini vermezler. Sadece eşyanın görünüşünü sunarlar.

Anlama yetisi Kant için, dünyayı bölünmüş ve ayrıklaşmış haliyle gören, mantıksal düşünme yetisidir. Dış duyulardan gelen görüler, birer kavram haline gelirler bu yetiyle. Zihin, anlama olayını gerekleştirmek için nesneye gereksinim duyar.

Kant’a göre insan anlayışı idealara ulaşamaz, fenomenler dünyasında kalır. İnsan sadece fenomenler dünyasına ait bilgilere sahip olabilir. İnsan, zihnini aşan fenomenler dünyası ötesinde kalan gerçeklik dünyasına dolaysız ulaşamaz.

Peygamberin ‘Rabbime misafir olurum’ demesi ortalığa yayıldı. ‘O beni doyurur, su verir’ sözü, manevi yemekten kinaye oldu.

Bunu hiç yorumlamadan kabul et ki boğazına bal ve süt gibi lezzetli gelsin. Çünkü yorum,

İhsan edilen şeyi geri vermektir. Çünkü yorumcu, gerçeği hata görür. Halbuki bu hata görmesi, aklının zayıflığındandır. Bütün akıl içtir. Parça akıl ise deri.

Kendini yorumla!, sözleri değil.

Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi,

Dilsiz kulaksız sözü, can gerek anlayası.

Dinlemeden anladık, anlamadan eyledik,

Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi.

(Yunus Emre)

O olmadıkça, o şeyi tamamıyla bilemezsin. Allah hışmı, bence rahmettir.

Lacan, gerçeği anlamanın mümkün olamayacağını iddia eder. Konuşan veya yazan ile dinleyen ve okuyan, aynı terime aynı anlamı yüklemezler.

Herkes bana kendi zannınca dost olur’ diyerek, öznelliğe vurguda bulunmaktadır. Her insanın kendi öncellikleri bulunduğunu anlatır. Ancak her ne kadar bedenin ışığı göz olsa da, ona göre gören, can gözüdür.

Lacan’a göre gerçek anlama, ‘yanlış anlama’dır. Çünkü Lacan’a göre, adlandırılabilen şeylerin ötesinde yatan, adlandırılamayan dünya asıl gerçeğin alemidir.

Levi-Strauss’a göre anlamak, herhangi bir türden veriyi başka bir dile tercüme edebilme becerisidir. Kurallar olmadan tercüme yapılamaz. Anlamdan bahsetmek, kurallardan bahsetmektir. Düzen olmaksızın kavramak imkansızdır. Wittgenstein da dille kuralın anlamdaş olduğunu savunur. Zihnin anlam verebilmesi için kaostan düzene geçebilmesi veya zihnindeki kaosa belli bir düzen verebilmesi gerekmektedir.

Suretten kurtulmadıkça, gerçeği göremezsin. Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince, suyun, toprağın dışında suretler görürsün. Uyanınca anlarsın ancak.

Aykırılık, ihtilaf, görüş ayrılıklarındandır. Kendile değil, ışığa bakmalıdır.

Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halkı topladılar. Halk file ellerini sürdü. Birisi hortumu elledi; ‘fil bir oluğa benziyor’ dedi. Başka biri kulağını elledi; ‘fil bir yelpaze gibi’ dedi. Bir başkası ayağını elledi; ‘fil bir direğe benziyor’ dedi. Bir başkası sırtını elledi; ‘‘fil bir taht gibi’’ dedi.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

MANA VE SURET

Güneşin ışığı duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ışık elde etti. İnsanların mana sandığı aslında, surettir, ilinektir.

Bir yönetici çadır dikilmesini emreder. Biri ip büker, biri çivi çakar, biri bez dokur, biri diker, biri yıkar, biri iğne geçirir. Bütün bu hareketler görünüşte başka başka işler gibi görünürler ancak bunlar, anlam ve amaç bakımından birdirler. Hepsi de bir tek iş, amaç için çalışırlar.

Cevherin varlığı, kendi kendisindendir. Onunla var olansa ilinektir. Her an ‘elestü’ seslenişi ile cevherler ve arazlar var olmaktadırlar.

Mana

Anlamın özü bağdır, ilişkidir. İki şeyi birbirine bağlayan, ilişkilendiren şeydir. Zihin, anlamın geçici barınağıdır. Saf anlamın yeri kalptir.

Anlam iç ve dış anlam olmak üzere iki çeşittir. Dış anlam şekilsel olarak direkt kulağa yansıyan anlamdır.

Anlamın, varlıksız bir varlığı vardır. Anlam özgürdür. Söze, harfe büründüğünde hapsedilmiş olur. Esen rüzgarı, rüzgar sözcüğüne bağlamak gibi.

Anlam tamam ve mükemmeldir. Mana, insanı kendinden alan, suretten müstağni kılandır. Çiçek dökülünce meyve görünür. Beden yok olunca ruh kurtulur.

Göğü başaşağı tutan anlamın hükmüdür.

Dilbilimci, ‘Zeyd, Amr’ı dövdü’ der (örnekleme yapar). Birisi de tutar ‘bu kavga neden?’ der. ‘Amr’ın ne suçu vardı ki Zeyd ona vuruyor?’ aslında bu, örnek olarak verilmiştir. Belli bir anlamı aktarmak için söylenmiş bir sözdür. Amaç buğdaydır kap değil.

Dış (şekil), insana içe (anlama) doğru rehberlik eder.

Her insanın öncesi şekildir sonra ruh onun manevi güzelliği olur. Her meyvenin de öncesi şekildir ama sonra lezzeti onun anlamı olur. Önce çadır kurulur ve ondan sonra misafir çağrılır. Anlamın misafir, şeklin çadırdır. Anlamın denizci, şeklin kayık gibidir.

Yapraklar aynı renk ama meyveler başka başka. Beden yaprakları da birbirine benzer fakat her ruh başka şekilde belirlenmiştir. İnsanlar sokakta birlikte yürürler ama kimi dert sahibi, kimi mutlu.

İnanmayan öze, içe bakmaz. Kabuğu, dışı iç (anlam) zannederler. Anlamı yanlış yerde arar.

Atla (araçla) insan arasında bir yakınlık yoktur. Ata ilgi menzile yakınlaşmak içindir.

Mana aleminde başköşe, eşik vs yoktur. Biz ve ben vs yoktur. Herşey aynı seviyede.

Manayı, anne karnında oynayıp duran, doğacak çocuğa benzetir.

Kahır içinde lütuf, lütuf içinde kahır gizlidir.

Suret dışarıda, açıkta, mana içeride, gizlidir.

Mana olmadıkça suretin lezzeti olmaz. Onun için ‘neden bunu yapıyorsun?’ diye sorulur. Suret zeytinyağı, mana ışığa benzer.

Anlamı düşünmemiz imkansızdır. Sadece suretlerle oyalanırız. Şekillerden kurtulabilirsen o zaman anlamlarla direkt meşgul olabilirsin. Gönül aynanı temizle ki oraya Hak güneşinin nuru vursun.

Din büyükleri, mana ile Allah’ı işaret etmişlerdir. Yine mana denizi, ümmül kitap yanında bulunan zattır.

Anlam bütüncüldür. Tamam ve mükemmel olandır.

Suret

Mecnun’a dediler ki, Leyla pek o kadar güzel değil. Mecnun dedi ki, suret testidir, güzellik şarap. Allah bana onun suretinden şarap içirmede. Halbuki size onun testisinden sirke verdi. Allah bir testiden hem zehir verir hem bal. Testiyi görürsün ama o şarap doğru olmayan göze görünmez.

Sureti düzen de, ona can veren de Allah’tır.

Suret yolkesicidir. Suret, kase gibidir.

Söze anlam vermezsen, anlama bir zevk katmazsan, şu harflerle anlatılan buluşmanın da bir anlamı kalmaz. Ekmek, besin ve lezzetini (anlamını), kendine özgü suretiyle (formuyla) ortaya koyar.

Resimler, gerçek anlamı anlatmak için öğütlerdir, doğru yola çekmek için nasihatlardır. İçsiz çekirdek fidan olmaz. Ruhsuz şekil de hayalden ibarettir.

Anlamlar olmadan şekillerin tadı olmaz. Şeklin kendisi şekil için görünseydi, olsa idi, o zaman ‘Niçin böyle yaptın?’ sözünün anlamı olmazdı. Bu soru, birşey öğrenmek, faydası olması için sorulur. Sebebin aslının faydası yoksa ne yüzden bir fayda aransın.

Neyi dinle! Birşeyler anlatmaya çalışıyor.

Herkes kendi zannına göre bir anlam vermeye çalışmaktaysa da aslında onun şikayette bulunduğunu duyabiliyor musun?

Sırrın (anlam) feryaddan (şekil) uzak olmadığını ancak her göz ve kulakta bunu sezecek nurun olmadığını söylemektedir.

Ney sırrı (anlamı) ortaya koymaktadır. Neyin ortaya koyduğu anlamı anlamak ise aşk ateşiyledir.

Şarap da bir şekildir ama onu sarhoş edici içki haline sokan aşktır. Ona anlam verilmiş, anlamlı yapılmıştır. Bu anlam da ona başka bir hal kazandırmıştır.

Yine ruhla (anlam) beden (şekil) örneğini verir. Ruh görünmez, hissedilir ama birbirlerinden gizli değillerdir.

Gölge (suret) masal gibi uyku getirir. Aklı yatıştırır, ikna eder ama tatmin edemez. Güneşin (mana) kendisi ise kendisiyle gösterir. Söz güneşi anlatır sadece. Güneş gökte bir tanedir ama benzerini adetlerce yapabiliriz.

Ekmeğin sureti, ekmekteki faydaya, tada (anlama) sofradır. Fakat veliler, sofrasız ekmek yerler.

Surete kapılan yolunu kaybeder, manaya bakan doğru yolu bulur.

Suretleri kaseler bil, kaselere Hak ne dökerse, o olur.

Suret testidir, güzellik şarap. Testi bu cihandan, şarap gayb alemindendir. Köpükle (suret) denizi (manayı) örter, tozu (suret) gösterir rüzgarı (mana) örter.

Şekilsizlik mutlak faildir. Şekil, şekilsizliğin elinde bir alet gibidir. Şekil yüzünü gizleyince şekiller, renk ve kokunun esiri olurlar.

Şekiller (sembol), şekilsizliğe (kavram) kuldur;

şekil → eseri

kılıç, kalkan zafer

kadeh sarhoşluk

yiyecek kuvvet

Anlamın şekille bağlılığı vardır. İkisi bir olmadıkça fayda vermez. Şekil, anlamın bir türevidir. Allah desen, kulun varlığı gereklidir. Hakim desen, mahkumun varlığı gereklidir.

‘Sıva henüz kurumamıştır’ demek, ‘üzerine henüz alçı sürmek doğru değildir’ anlamını ifade eder.

Güneş ve gölge benzetmesi yapılabilir. İnsan havada uçan kuşun yerdeki gölgesine ok atar durur

Mana gerçekliği, içi, suret ise görünüşü, dışı ifade eder. Güncel yaşamda suretin anlamla yer değiştirmesi, eşyanın gerçekliğinin algılanmasına perde olmaktadır. Eşyanın gerçekliği ile görünüşü, insanın eşya ve olaylara öznel bakışından kaynaklanmaktadır. Bu, eşya ve olayların farklı görüntü sunmasının temel nedenidir. Eylem ve sonucunu da, mana-suret ilişkisi açısından ele alabiliriz. Her iş bir sonuç doğurur.

Sen mademki zahiri, önü, sonu düşünmektesin. Ancak ve ancak bu gam ve neşe alemindesin. Ey hakikatte yok olan! Nerede ön, nerede son?

Su, koruk içinde ekşidir fakat üzüme gelince tatlılaşır. Sonra küpün içine girince acır, haram olur. Sirke olunca ne güzel katıktır.

Herşey, can aleminden gelip, harf tuzağına tutuldular. Kuşdilini yalnız ses bakımından öğrendin .

Medlulü (anlamı) olmayan delalet edici hiç gördün mü? Gerçeği olmayan bir adı hüç gördün mü? Kaf ve Lam harflerinden gül topladın mı? adı okuduysan müsemmayı (adı olanı) da ara.

Adlar, harf ve nefes nikahıyla yüzlerini örterler. Söz bir bakımdan manayı açarsa da, on bakımdan manayı örter, gizler.

Sureti zeytine, manayı ışık’a benzetir. Yine sureti gölgeye, manayı güneşe. Suret yokolur ama mana kalıcıdır. Söz bedene, manası da içindeki cana benzer. Söz post gibidir, mana onun içi. Harf kaptır, mana sudur. Meyve manadır, çiçek onun sureti. Çiçek müjdedir, meyve de nimeti.

İnsan, ya harfleri görür yahut manayı. Bir anda ikisini birden göremez. Mana, harfe bağlanınca, hapsoldu demektir. Ad ve suret halkın aklına tuzaktır.

Can alemi deniz, şekille kalıp o denizin köpüğü. Sonu ve başı olan herşey şekil ve kalıptan ibarettir.

Bilgiden düşünce dalgası ortaya çıkınca mana, ses-sözden bir suret düzdü. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti. Suret, suret-sizlikten çıktı yine suret-sizliğe döndü. Ömür, nehir suyu gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir süreklilik gösterir.

‘Ruh-suz şekil’, hayalden ibarettir anlam olmadan şeklin tadı olmaz. Şeklin kendisi için şekil olsaydı, o zaman, ‘niçin böyle yaptın?’ diye sorulmazdı.

Sözü bırak da öz aynasına bak! Çünkü işkillenme, yadırgama hep sözden meydana gelir.

Varlık alemindeyken ‘Tanrı uludur’ demek hoş değildir. Baş kurban oldu mu, o vakit ‘Tanrı uludur’ sözü gerçekleşir. Burada sözün bittiği yere işaret vardır.

Allah, mürşid-i kamilin dilinden der ki; ‘Ben dilim, sen vücutsun’. ‘Mana-suret’ ikilisi konjunktüre göre yer ve boyut değiştirebilir ama hep mevcuttur. Herşeyi karşıtıyla anla! ‘Mana-suret’ ölçüsüyle hareket et ve suretten manayı keşfet.

Mana ile suret ilişkisi; Aracılık konusunda mana ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar. Elbise bedenden, beden de candan haberdar değildir. Ruh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur. Beden ruha otağdır. Beden ile ruh, taşla demire benzer. Ateş, taş ile demirden doğar. Ateş, bedene ait bir sıfattır ama bedeni kahreder.

İnsan, ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmez ama örneğin manayı harfe bağlar ve serbest olan manayı harfle, nefesi kelimeyle sınırlandırır. Bunu bir fayda elde etmek için yapar.

Rumi’de beden, ruh için bir alet gibidir. Bedenle ruh, sözle anlama benzer. Ruhla beden birbirine yabancıdır. Peki öyleyse yabacıyla olan bu yakınlık nedir? Bu ten, ruhun elbisesidir.

Can, bedenle birleşiktir ama can, bedene benzemez. Mana kaptan, suret gemidir.

Anlamların cisimle (beden) beraber olması şaşılacak birşeydir. İsimleriyle eşyayı anlayış garip birşeydir. Söz yuva, anlamda kuş gibidir. Cisim sanki nehir, ruh da akıp giden su gibidir. O akıp gider sen onu duruyor sanırsın. Suyun akıp gittiğini göremiyorsan üstünde görünen yeni yeni çerçüplerden aktığını anla. O çöpler sendeki düşüncelerin şekilleridir. Her an yeni taze şekillerle ortaya çıkarlar. (>Su akışı hızlandıkça, çerçöp akışı da hızlanır.)

Ayran içinde yağın gizlendiği gibi doğruluk cevherinde (can), yalan (beden) da gizlidir. Ruh, bedensiz bir iş yapamaz. Kalıp da ruhsuz soğur, donar. At (araç) ile insan arasında bir yakınlık yoktur. Ata ilgi, menzile yakınlaşmak içindir.

Gayb aleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır. Fakat bunlar ancak ayrıcalıklı kişilere görünür. Yağmur vardır, alemi beslemek için yağar. Yağmur vardır alemi perişan etmek için yağar. Kış, yel ve güneş de böyledir. Bunların etkileri de zamanına göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala. Rüzgar işini yaptı, esti geçti. Canı olan da, rüzgarın tesirini candan kabul etti.

Allah hikmetleri tamamıyla kula malum olsaydı kul, o işi yapamaz, aciz kalırdı. Allah sonsuz hikmetlerinden pek azını kula bildirir de onu işe çeker. O işin faydasından hiç haber vermese kul, hiç harekete geçmez. İşin hikmetini tamamıyla bildirse kul yine harekete geçmez.

Varlıktan öte bir meydan görmedikçe, darlıktan, addan, şöhretten kurtulamazsın. İşin içyüzünü göremezsin.

Denize bakıyorsun ama denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var, onu istediği tarafa çekip çeviriyor. Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır.

Varlık, yoklukta gizlenmiştir. Yüzlerce alet, aletsizlikten ortaya çıkar. Suretler de suretsizlikten. Yokolmak, sureti terketmek anlamını taşır. Yokolmak asla dönmektir. Asıl, ateşin ışığıdır, kendisi değil. Yeryüzündeki ışık, Onun gölgesidir.

Beden candan (aşkın gösterilen), elbise de bedenden habersizdir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’de MANA-SURET perspektifi

DİL-GÖSTERGE

Anlam arayışı, dil tarafından organize edilen bir karadelik gibidir.

(S. Zizec)

Birisi dört kişiye bir dirhem verdi.

Biri (İranlı) : ‘Bu parayı engura (Farsça üzüm) yatıracağım’ dedi.

Diğeri (Arap) : ‘Ben inep (Arapça üzüm) isterim’ dedi.

Üçüncüsü (Türk) : ‘Ben üzüm isterim’ dedi.

Dördüncüsü (Rum) : ‘Ben israfil (Rumca üzüm) isterim’ dedi.

Ve kavgaya başladılar. Çünkü adların sırrından habersizdiler. Surete kapılan, manayı bulamaz. Adlara bakma. Halkın ihtilafı adlardan meydana gelir.

Gösterileni olmayan bir gösteren yoktur. Çünkü karşılığı olan bir şey ancak arzu edilebilir.

Medlulü (anlamı) olmayan delalet edici hiç gördün mü? Söz bedene, manası da içindeki cana benzer.

Varlıklar, gösterenler, sürekli sallanan bir perde gibi, gösterilene yol göstediler mi o gösterilen zannedilen şey hemen yeni bir gösteren haline dönüşmektedir. Arazlar geçicidirler ve ortadan kaybolup giderler. Ve aracıdırlar. Yapılan işler de böyledir. Örneğin tarla ekmek arazdır. Elde edilen mahsul de onun cevheridir. Gönül cevher, söz de onun arazıdır.

Bu alemin sınırı vardır. O alem ise sınırsızdır. Suret, manaya settir, engeldir.

Herşey sevgiliden (signified>gösterileni) ibaret. Aşık da (signifier>gösteren) perde gibi. Sevgili canlı, aşık ise ölü.

Harf kaba, anlam ise içindeki suya benzer. Gül sözcüğünü gösteren g+ü+l harflerinde bir yücelik yoktur.

Kalemin alim ya da adil vs diye yazar ama kalemin yazdığında şekil yoktur. Bunların aslı anlamdır. O anlam ne aşağıda ya da yukarıda, ne de önde ya da arkada değildir.

O ve l harfleri görünüşte iki ise de anlamı birdir. Bir tek iş yaparlar. Tıpkı iki ağızlı makas gibi. Ruh, nefesi bazen savaş bazen barış sözü haline getirir.

Eğer ilinek (araz/gösteren), başka bir şekle dönüşmezse, sözler de anlamsız hale gelirler.

Kafir sözcüğü, k+a+f+i+r harflerinin oluşturduğu bir sözcük ancak cehennemden çıkmış olmasa bu kadar etkilemez.

G+ü+l harflerinin birleşiminden oluşan ‘‘gül’’ sözcüğüyle her zaman değil ama genelde kırmızı, gül kokusunda olan (daha önce koklamış kişinin zihninde kokunun kopyası vardır), gül şeklinde (daha önce görmüş kişinin zihninde bu nesnenin imajı vardır) dikeni bulunan bir çiçektir.

Bunların hepsi gül denen çiçeğin tarifi ya da tanımıdır, anlamı değildir. Ve gülün anlamı da, gül sözcüğünün yazılmasına yardımcı olan g ve ü ve l harflerinde ve bunların birleşiminde saklı görünmemektedir.

Kağıda gamlı bir adam resmi yapılsa, o resmin ne gamla, ne neşeyle alışverişi vardır. Resim görünüşte gamlıdır ama kendisi gamla ilgisizdir. Gönülde bir halden başka birşey olmayan bu dünya gamı, neşesi, gerçek gama, neşeye kıyasla resimden ibarettir.